Define sandığı adlı bir köşe yapmak istedim, gizli kalmış iyi filmlerden bahsedeceğim bu köşede. Dün tekrar izlediğim Non Ci Resta Che Piangere ile başlamak istedim.
Roberto Benigni ile Massimo Troisi'nin birlikte yaptığı şahane bir komedi filmi Non Ci Resta Che Piangere. İsminin anlamını bilmiyorum, IMDB'de "Also Known As" kısmında bile yazmıyor maalesef.
Mario(Troisi) ve Saverio(Benigni) şehir dışında çok şiddetli bir yağmura yakalanırlar, arabalarından inip yakınlardaki büyük bir evin kapısını çalarlar, geceyi geçirmek için izin isterler. Ertesi gün uyandıklarında, 1492 yılında olduklarını öğrenirler! Buna uyum sağlamaları kolay olmayacaktır :)
Mario şehrin en zengin kızına aşık olur, onu Beatles şarkılarıyla tavlamaya kalkar, Da Vinci'yle tanışıp ona fikirlerini anlatırlar, trenden tutun da trafik ışıklarına kadar..Resimdeki sahnede trenin nasıl yapılacağını anlatıyorlar..
Yıl 1492 ya, Kolomb'un Amerika'yı keşfetmesini engellemeye çalışırlar, nedenini söylemeyeceğim, izleyin.
Bu kadar spoiler yeterli sanıyorum, tam bir aile komedisi, çocukluğumda izlediğim filmlerin tadını aldım ben bu filmden. Finali de çok hoşuma gitmişti. Benigni'nin zaten büyük bir hayranıydım, Troisi'yi de sevdiren filmdir bu bana.
Not: Filme altyazı bulmakta çok sıkıntı çekmiştim, bulamazsanız yorum bırakın, mail atabilirim. Sadece İngilizce altyazı var tahmin edebileceğiniz gibi, Türkçe altyazısının mevcut olduğunu sanmıyorum.
10 Temmuz 2010 Cumartesi
21 Haziran 2010 Pazartesi
Smultronstallet'teki Gündüz Düşleri Üzerine
Sevdiğim yönetmenlerin başında Bergman, sevdiğim Bergman filmlerinin başında Smultronstallet (Yaban Çilekleri) gelir.
2 yıl önce Oğuz Onaran'ın Film Analizi dersinde bu filmle ilgili bir sunum yapmıştım. Tam metni duruyor ama ben bu yazıda filmin tek bir özelliğine değinmek istiyorum. Meraklısına tam metnini e-posta yolu ile ulaştırabilirim.
Yaban Çilekleri'nin beni en çok etkileyen kısmı Isak Borg'un kuzeni Sara'nın ilk kez göründüğü gündüz düşüdür. Marianne, Isak'ı gençliğinin geçtiği yerde yalnız bırakır ve Isak, bir düş görür. Tam olarak düş denmemeli aslında, zira Isak, düşe geçerken “geçmiş, tüm gerçekliğiyle gözümün önünde canlanıverdi” der. İlginçlik de burada, hatırladığı anı, aslında görmediği bir andır. O zaman nasıl “tüm gerçekliğiyle gözünün önünde canlanmaktadır”? Bu noktada biraz Isak Borg’tan bahsetmek istiyorum. İleriki sahnelerde göreceğimiz üzere Sara, Isak yerine kardeşi Sigbritt’i tercih etmiştir. Bu Isak’ı etkilemiştir elbette, fakat benim düşünceme göre bu olay, Isak’ı diğer eleştirmenlerin/sinema yazarlarının düşündüğünden daha fazla etkilemiştir. Filmle ilgili bütün incelemelerde bu konunun “geçmişiyle hesaplaşmadır” denilip geçildiğini gördüm, fakat filmde beni en çok etkileyen kısım bu nokta oldu. Isak, şu anda geçmişi anımsamamaktadır, kafasında kurmaktadır. Olayı paylaşılamayan kuzen, ya da kız meselesi gibi yüzeysel bir boyuta indirgemek istemiyorum kesinlikle. Kibirli bir insanın yaralanmasıdır bu. Isak’ın gençliğinde kendisini çevresindekilerden üstün gördüğünü ve kibirli olduğunu tahmin ediyorum; evdeki diğer karakterlere baktığımızda; saygı duyulacak bir karakter göremiyoruz; ya da Isak’tan üstündür diyebileceğimiz birini. Bence Isak’ın olay hakkındaki düşünceleri şöyle; kendisi erdemli, kültürlü, zeki, geleceği parlak ve Sara ile nişanlı olduğu halde ; Sara Sigbritt’i tercih etmiştir. Bu Isak için bir yıkımdır, fakat Sara’dan bağımsız, yetersizlik; ve bu yetersizliği ailenin görmesinden kaynaklanan bir yıkım. Nietzsche şöyle der zerdüşt’te : “yaralanmış kibir bütün dramların anası değil midir?”. Kendini çevresindekilerden üstün gören Isak, muhtemelen ailenin en erdemsiz ve aşağılık insanı olarak gördüğü kardeşi kendisine tercih edilince yıkılmıştır. Düşün sonraki bölümleri de bunu doğrular nitelikte, evin en yaşlı ve- saygın olması gereken- üyesi Aaron amca, bir komedi öğesi gibi çıkıyor karşımıza. Evdeki diğer insanlar da Isak’ın kendisini onlardan üstün görebileceği insanlar.
Biraz sonraki hayalde ikizler sayesinde bütün aile bu olayı öğreniyor, Isak için oldukça küçük düşürücü. Demek istediğim, bu yaralanmış kibir ve yetersizlik duygusunun Isak’ın hayatında büyük rol oynadığı, hatta şu anki asosyal ve izole hayatında pay sahibi olduğudur. 60 yıl sonra hala bunları kafasında kurması, Sigbritt’in Sara’yı nasıl baştan çıkardığını, ailenin olayı nasıl öğrendiğini hayal etmesi, bunun bir göstergesi değil midir? Sara Charlotta ile konuşurken, “Isak daha bir çocuk” demektedir. 60 yıl sonra kendisini böyle aşağılaması, olaydan ne kadar etkilendiğini anlatmaya yeter bence.
2 yıl önce Oğuz Onaran'ın Film Analizi dersinde bu filmle ilgili bir sunum yapmıştım. Tam metni duruyor ama ben bu yazıda filmin tek bir özelliğine değinmek istiyorum. Meraklısına tam metnini e-posta yolu ile ulaştırabilirim.
Yaban Çilekleri'nin beni en çok etkileyen kısmı Isak Borg'un kuzeni Sara'nın ilk kez göründüğü gündüz düşüdür. Marianne, Isak'ı gençliğinin geçtiği yerde yalnız bırakır ve Isak, bir düş görür. Tam olarak düş denmemeli aslında, zira Isak, düşe geçerken “geçmiş, tüm gerçekliğiyle gözümün önünde canlanıverdi” der. İlginçlik de burada, hatırladığı anı, aslında görmediği bir andır. O zaman nasıl “tüm gerçekliğiyle gözünün önünde canlanmaktadır”? Bu noktada biraz Isak Borg’tan bahsetmek istiyorum. İleriki sahnelerde göreceğimiz üzere Sara, Isak yerine kardeşi Sigbritt’i tercih etmiştir. Bu Isak’ı etkilemiştir elbette, fakat benim düşünceme göre bu olay, Isak’ı diğer eleştirmenlerin/sinema yazarlarının düşündüğünden daha fazla etkilemiştir. Filmle ilgili bütün incelemelerde bu konunun “geçmişiyle hesaplaşmadır” denilip geçildiğini gördüm, fakat filmde beni en çok etkileyen kısım bu nokta oldu. Isak, şu anda geçmişi anımsamamaktadır, kafasında kurmaktadır. Olayı paylaşılamayan kuzen, ya da kız meselesi gibi yüzeysel bir boyuta indirgemek istemiyorum kesinlikle. Kibirli bir insanın yaralanmasıdır bu. Isak’ın gençliğinde kendisini çevresindekilerden üstün gördüğünü ve kibirli olduğunu tahmin ediyorum; evdeki diğer karakterlere baktığımızda; saygı duyulacak bir karakter göremiyoruz; ya da Isak’tan üstündür diyebileceğimiz birini. Bence Isak’ın olay hakkındaki düşünceleri şöyle; kendisi erdemli, kültürlü, zeki, geleceği parlak ve Sara ile nişanlı olduğu halde ; Sara Sigbritt’i tercih etmiştir. Bu Isak için bir yıkımdır, fakat Sara’dan bağımsız, yetersizlik; ve bu yetersizliği ailenin görmesinden kaynaklanan bir yıkım. Nietzsche şöyle der zerdüşt’te : “yaralanmış kibir bütün dramların anası değil midir?”. Kendini çevresindekilerden üstün gören Isak, muhtemelen ailenin en erdemsiz ve aşağılık insanı olarak gördüğü kardeşi kendisine tercih edilince yıkılmıştır. Düşün sonraki bölümleri de bunu doğrular nitelikte, evin en yaşlı ve- saygın olması gereken- üyesi Aaron amca, bir komedi öğesi gibi çıkıyor karşımıza. Evdeki diğer insanlar da Isak’ın kendisini onlardan üstün görebileceği insanlar.
Biraz sonraki hayalde ikizler sayesinde bütün aile bu olayı öğreniyor, Isak için oldukça küçük düşürücü. Demek istediğim, bu yaralanmış kibir ve yetersizlik duygusunun Isak’ın hayatında büyük rol oynadığı, hatta şu anki asosyal ve izole hayatında pay sahibi olduğudur. 60 yıl sonra hala bunları kafasında kurması, Sigbritt’in Sara’yı nasıl baştan çıkardığını, ailenin olayı nasıl öğrendiğini hayal etmesi, bunun bir göstergesi değil midir? Sara Charlotta ile konuşurken, “Isak daha bir çocuk” demektedir. 60 yıl sonra kendisini böyle aşağılaması, olaydan ne kadar etkilendiğini anlatmaya yeter bence.
28 Mayıs 2010 Cuma
Bara Prata Lite ve Moodysson
Bugün bölümden bir arkadaşımla konuşurken konu kısa filmlere geldi, ona biraz Moodysson'dan ve Bara Prata Lite(aka Talk)'ten bahsettim. Bu blogu açmak ilk aklıma geldiğinde ilk yazımın bu film üzerine olacağını hiç düşünmemiştim. Sonuçta büyük bir Moodysson hayranı değilim. Tamam,Tillsammans şahanedir, Lilja 4ever, Fucking Amal da fena değildir ama bana çok hitap etmez Moodysson sineması. Ett Hall i Mitt Hjarta'yı da küstahça bulurum.
Moodysson'un beni en çok etkileyen filmi Bara Prata Lite'tir. Şuradan izleyin (aslında indirseniz daha iyi olur, filmlerin bulunabilen en kaliteli görüntü ile izlenmesi gerek bence)
İzlediyseniz devam edelim. Kuzeylilerin yalnızlığa bakışını seviyorum. Onların yalnızlığı bizim bireysellikten uzak toplumumuzdaki yalnızlığa hiç benzemiyor. Daha acımasız bir yalnızlık, özellikle belli bir yaşın üzerindekiler için. Filmdeki Birger de, yalnızlıktan muzdarip. Ve bu ızdırap, çok güzel yansıtılmış filmde, sonuçsuz kalan iletişim denemeleri, Birger'i giderek daha hastalıklı bir yaşama itmiş. 10 dakikada bunu anlatabilmek, ilk filmini çeken bir yönetmen için hatırı sayılır bir başarı.
Teknik açıdan da çok başarılı bulduğum bir filmdir Bara Prata Lite, ilk senaryosunu çekmeye koşa koşa giden birinin değil, ne yapacağını, nasıl anlatacağını bilen birinin elinden çıktığı belli filmin.
Filmin çok büyük bir handikapı da var aslında: Sonu... İzlediğinizi varsaydığım için aynen devam ediyorum. Genç sinemacıların sıklıkla düştüğü bir hataya düşerek, çarpıcı bir sonla bitirmek istemiş Moodysson. Veee, olmamış. Filmin dokunaklı yapısına çok uzak bir son, fazla iddialı, dikkat çekmek için yapılmış gibi duruyor. Kuzeyli genç sinemacılarda bir kaç kez rastladığım bir hata bu, oysa sade bir sonla çok daha iyi bir film olabilirdi. Burada bir parantez açmam gerek, elbette ki filmin asıl amacı o son sahne olabilir, yani ilk önce filmin final sahnesi gelmiştir aklına, sonra ön kısmını doldurmuştur, o zaman söyleyecek bir şeyim yok. Var aslında, eğer öyleyse film hakkında söylediğim bütün iyi şeyleri unutun:)
Sonuç olarak, bir kısa film, hem de ilk kısa film olarak değerlendirdiğimde ben Bara Prata Lite'i genel kanının aksine oldukça başarılı buluyorum.
Moodysson'un beni en çok etkileyen filmi Bara Prata Lite'tir. Şuradan izleyin (aslında indirseniz daha iyi olur, filmlerin bulunabilen en kaliteli görüntü ile izlenmesi gerek bence)
İzlediyseniz devam edelim. Kuzeylilerin yalnızlığa bakışını seviyorum. Onların yalnızlığı bizim bireysellikten uzak toplumumuzdaki yalnızlığa hiç benzemiyor. Daha acımasız bir yalnızlık, özellikle belli bir yaşın üzerindekiler için. Filmdeki Birger de, yalnızlıktan muzdarip. Ve bu ızdırap, çok güzel yansıtılmış filmde, sonuçsuz kalan iletişim denemeleri, Birger'i giderek daha hastalıklı bir yaşama itmiş. 10 dakikada bunu anlatabilmek, ilk filmini çeken bir yönetmen için hatırı sayılır bir başarı.
Teknik açıdan da çok başarılı bulduğum bir filmdir Bara Prata Lite, ilk senaryosunu çekmeye koşa koşa giden birinin değil, ne yapacağını, nasıl anlatacağını bilen birinin elinden çıktığı belli filmin.
Filmin çok büyük bir handikapı da var aslında: Sonu... İzlediğinizi varsaydığım için aynen devam ediyorum. Genç sinemacıların sıklıkla düştüğü bir hataya düşerek, çarpıcı bir sonla bitirmek istemiş Moodysson. Veee, olmamış. Filmin dokunaklı yapısına çok uzak bir son, fazla iddialı, dikkat çekmek için yapılmış gibi duruyor. Kuzeyli genç sinemacılarda bir kaç kez rastladığım bir hata bu, oysa sade bir sonla çok daha iyi bir film olabilirdi. Burada bir parantez açmam gerek, elbette ki filmin asıl amacı o son sahne olabilir, yani ilk önce filmin final sahnesi gelmiştir aklına, sonra ön kısmını doldurmuştur, o zaman söyleyecek bir şeyim yok. Var aslında, eğer öyleyse film hakkında söylediğim bütün iyi şeyleri unutun:)
Sonuç olarak, bir kısa film, hem de ilk kısa film olarak değerlendirdiğimde ben Bara Prata Lite'i genel kanının aksine oldukça başarılı buluyorum.
Merhaba
Uzun zamandır aklımdaydı, bir sinema blog'u açmak. Ama yoğun ders programımdan kalan zamandan bu işe ayırmak mümkün olmadı bugüne kadar. Final haftası öncesini buldum blog yazmaya başlayacak :) Hep merak etmişimdir: Neden final haftasında öğrencilerin sanatsal yaratıcılıkları, entelektüel faaliyetleri tavan yapar?
Investments çalışmaktan daha eğlenceli olduğu için sanırım...
Neyse, bu akşam bir şeyler yazacağım, sonra bir süre yokum, ama yaz ayları süresince burdayım. Blogun formatı şöyle; eski filmler hakkında aklıma ne gelirse yazacağım...
Neden eski filmler derseniz, sinemayı güncel olarak takip eden biri değilim aslında, festivaller haricinde sinemaya da çok sık gitmem. Filmleri çıktıkları gibi izlemek adetim değildir, bir kaç istisnası var elbette, yönetmene göre muamele de diyebiliriz.
Bir de finans blogum var, sanat faaliyetlerinden arta kalan zamanda vahşi kapitalizme hizmet etmeyi seviyorum:)
Investments çalışmaktan daha eğlenceli olduğu için sanırım...
Neyse, bu akşam bir şeyler yazacağım, sonra bir süre yokum, ama yaz ayları süresince burdayım. Blogun formatı şöyle; eski filmler hakkında aklıma ne gelirse yazacağım...
Neden eski filmler derseniz, sinemayı güncel olarak takip eden biri değilim aslında, festivaller haricinde sinemaya da çok sık gitmem. Filmleri çıktıkları gibi izlemek adetim değildir, bir kaç istisnası var elbette, yönetmene göre muamele de diyebiliriz.
Bir de finans blogum var, sanat faaliyetlerinden arta kalan zamanda vahşi kapitalizme hizmet etmeyi seviyorum:)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)